29.4.11

2


............
Bilmediğim şeyleri düşündükçe daha da fazla korkuyorum bu gezegenden. Bildiğim şeyleri düşününce ise daha da fazla iğreniyorum herşeyden.
..............
3 aralık 1983
Bir saniye.............,
Seni bir yerden tanıma ihtimalim sıfırdan bile daha düşük......ama gitarın sesi bana hiç bir şey ifade etmediği için sen de tanıdığım çok insan gibi bana hiç bir şey ifade etmiyorsun.........bu nedenle karıştırdım kafamı......
Ayrıca bugün kitaplığın en boş rafını karıştırdım. Elime geçen tek şey ise içi boş bir ajandaydı...evet karıştırdığım rafta sadece bir ajanda vardı ve onunda içi boştu.....bu bana çok ilginç geldi.
Ve bugün kendimi yollara vurdum. Fenerbahçeden Kızıltoprağa gittim, geldim. Tamı tamına 46 defa...
Eve dönmeye karar verdiğimde saat 19:26 idi. Bakkaldan günlük pastörize süt ve sekizli paketlerde satılan biralardan bir tane aldım. Pastörize sütü aynı boyuttaki 7 bardağa paylaştırdım ve bir bira açtım. Ardından sütlerden bir tanesini içtim. Bu şekilde her iki biranın arasında bir bardak süt olmak üzere, yedi bardak sütü içtim.
Ardından sokağa çıkıp tekrar Kızıltoprağa gittim. Yolda gördüğüm her çöp bidonuna kustum. Son bidona kusarken saat 00:59 u gösteriyordu. Ben de sol elimin işaret parmağı ile gündüz gördüğüm dilenci kadının sokakta unuttuğu bebeği gösteriyordum. Bebek bezden yapılmıştı.
O esnada bir polis memuru omuzuma dokunup, “çok yalnızım biliyor musun?” dedi. Ben de onu teselli etmek ve kendi yanlızlığımı göstermek için eve çağırdım. Polis memuru yarı yolda iken kafama copuyla 2 defa vurdu. Onu eve götürmekten vaz geçtim ve “seninle arkadaş olamayız” dedim. Tanıdığım 2968 insanın 2966 sına dediğim gibi
2   
5 aralık 1983
Ertesi gün uyandığımda saat 00:36 yı gösteriyordu. Bu güzel birşeydi çünkü uzun zamandır ilk defa 24 saatten az uyumuştum.
Benim günlerim ayın uzunluğuna göre; ya hep çift sayı ya da tek sayıdır. Bu nedenle 32 defa yaşamam gereken doğum günümün 12 tanesini hatırlıyorum. 8 yaşımdan öncesine ait hiç bir şeyi hatırlayamadığım gibi, (doğum anım hariç) diğer 20’nin 8 tanesini zaten hatırlayamazdım. Kalan 12 tanesi de anladığın üzere uyuyarak geçti.
Uyandıktan 9 saat sonra (tamı tamına 9 saat sonra). Bozulan gitar amfimin tamiri için çağırdığım elektrikçi ve çırağı geldi. Onlar amfi ile uğraşırken ben de kendimeakşam yemeği hazırladım. 12 santigrat derecenin üzerinde hiç bir şeyi yiyemediğim için çok sıcak olan akşam yemeğimi soğuması için dolaba kaldırdım.
Bu arada elektrikçiler işlerini bitirmiş ve çıkmak için hazırlanıyorlardı. İçlerinden genç olanı yaşlı olana, “ evladım takımları topla gidiyoruz” dedi. Ardından bana dönüp, “hamfendi amplifikatörünüz yenisi gibi oldu” dedi. Ben de ücretleri olan 18 Türk lirasını verdim ayrıca yaşlı olanın cebine 26000 yen sıkıştırdım.
Amfiyi denemek için fişe taktım. Düğmesine basınca kırmızı ışığı yandı. Çok sevindim ve biraz daha uyumak için kanepeye uzandım.
Uykuya dalarken gece lambası olarak kullandığım amfinin ilk bozulduğu zaman ne kadar üzüldüğümü hatırladım. Halbuki 32 aydır hiç fişini çekmemiştim ama ışığı hep yanmaya devam etmişti. Sadece ilk 13 ayın sonunda hoparlöründen ilginç bir ses gelmeye başlamıştı. Ama bu ses uyumama engel olmadığı için pek aldırış etmemiştim.
Amfiyi ilk aldığım günü hatırlıyorum da satıcı bana “ hanımefendi bu lambalı amfidir, ne kadar uzun süre açık kalırsa o kadar iyi verim alırsınız” demişti.
Ama sanırım satıcıların çoğu gibi o da yalan söyledi.




25.4.11

altın oran

Kimselere vermem.

Birkaç zamandır üzerimde bir ağırlık var. Sabah uyanıyorum, rutin faaliyetlerin ardından evden dışarıya adımımı attığım anda ağırlık birden kendini hissettiriyor.

İlk başlarda ne olduğunu anlamamıştım. Sendeleye sendeleye gidiyordum işime. İş yerinde de aynı şekilde adım atmak zor geliyordu. Sanki birisi belimden ve bacaklarımdan asılıyor ve beni aşağıya çekiyordu. Günün sonunda o kadar halsiz düşüyordum ki. İşten çıkınca hiç kimseyi aramıyor, direk eve gidiyor kendimi koltuğa atıp uyuyana kadar TV izliyor ya da yatağa yatıp uyuyordum.

Sonra bir gün, birisinin beni çekmediğini; üzerimdeki bir şeylerin ağırlık yapıp beni ağırlaştırdığını fark ettim. Hâlbuki ceplerimde normal ıvır zıvır dışında bir şey yoktu. Ceplerimi bir boşaltayım dedim. Sigara, çakmak, telefon, cüzdan ve anahtarlardan başka bir şey yoktu. Hepsini çıkartıp masaya bıraktım. Ceplerim boştu ama ağırlık geçmemişti. Pantolonum hala ağırlık yapıyordu.

Ellerimi pantolonumun ceplerine daldırdım ve aramaya başladım. Elime ufak bir şey çarptı. Yumuşak, oyun hamuru gibi bir şeydi. Büyüklüğü de an fazla bir misket kadardı. Ama o kadar ağırdı ki, bütün gücümle zor çıkarttım. Diğer cebimdekini de çıkarttıktan sonra elimdeki şeyleri incelemeye başladım. Ne olduklarını anlamamıştım ama çok tanıdık geliyorlardı.

Bir süre sonra ne olduklarını anladım. Bunlar benim yalnızlığımdı. Öylece avucumdakilere bakakaldım. Ne yapacağımı bilemedim. Birisine vereyim desem; sonuçta onlar benim yalnızlığımdı ve yalnızlık paylaşılmazdı. Atsan atılmaz satsan satılmaz. Ne yapacağımı bilemez şekilde düşünürken sabrım iyice tükenmeye başladı, ağılıkları da sanki git gide artıyordu.

Bir an sinirlenip elimden geldiği kadar uzağa fırlattım. Havada uçan yalnızlıklarımın arkasından bakarken bir anda yanımda bir kız belirdi. Etrafımda döndü, sonra ceplerime dokunur gibi oldu ve gitti. Ancak bunlar o kadar hızlı olmuştu ki fırlattığım yalnızlıklarım daha yere düşmemişti bile. Ceplerime dokunduğu anda ağırlık tekrar başladı. Hatta o kadar fazlaydı ki dizlerimin üzerine çökmek zorunda kalmıştım. Çok ağırdı, bacaklarım sanki yere çivilenmişti. Sürüne sürüne masama döndüm. İşi gücü unutmuştum. İzin alıp eve gittim ve düşünmeye başladım.

Kimdi o, ve neden gelip cebime yalnızlık bırakıyordu. Ve nasıl o kadar hızlı hareket edebiliyordu. Bunların cevaplarını bulmam gerekliydi. Ama çok yorulmuştum, bu nedenle yatıp uyudum.

Ertesi gün hasta olduğumu söyleyip işe gitmedim. Bütün gün ne olduğunu düşündüm ama hiçbir cevap bulamadım. Tek aklıma gelen cebime yalnızlıklarımı bırakan kızı yakalamaktı. Yakalayınca neler olduğunu ona soracaktım. Bir plan yaptım ve uygulamaya geçtim.

Yalnızlıklarımdan bir tanesini cebimden çıkartıp uzun bir lastik bağladım. Yalnızlığımın geri gelmesi gerekiyordu çünkü kız gelip cebime bir tane daha yalnızlık bırakırsa, bırakın sürünmeyi artık hareket bile edemezdim. Lastiğin diğer ucunu da bileğime bağladım ve fırlattım. Yalnızlığım elimden çıktığı anda kız belirdi. Onu görür görmez elimi geriye asılıp yalnızlığımın bana geri gelmesini sağladım. Aynı zamanda diğer elimde boş cebimin hemen yanındaydı. Kız elini cebime uzattığı anda lastiğe bağlı yalnızlığım geri gelmişti. Kız donup kaldı. Eli cebimdeydi ama avucundakini bırakmıyordu. Ben de bileğinden yakaladım.

Kafasını kaldırıp yüzüme baktı. “Bu kadar yalnızlık sana bile fazla” dedi. O anda bileğinden yakaladım ve

-Nasıl bu kadar hızlı hareket edebiliyorsun? Diye sordum.

- Aslında ben hızlı değilim sen çok yavaşsın. dedi.

- Sen kimsin? diye sordum

- Ben senin eşinim dedi.

Hiçbir şey anlamamıştım. Kafam iyice karışmıştı.

-Peki, neden ceplerime yalnızlık bırakıyorsun? diye sordum.

- Çünkü beni aramayı bıraktın dedi.

Doğru söylüyordu. Hayatımın çoğunu eşimi arayarak geçirmiştim. Ama bulamayınca pes etmiş, kendimi işe güce vermiştim. Hatta arkadaşlarımı bile arayıp sormayı bırakmıştım.

-Herkesin kendine göre yalnızlığı vardır. Kimileri yalnızlığından zevk alır. Omuzlarında bu yükü taşımak en sevdikleri şeydir. Yalnızlıklarını hiçbir zaman yanlarından ayırmazlar. Ama sen böyle değilsin. Yalnızlık senin omuzlarında taşıyabileceğin bir şey değil. Benim de değil. Dedi

- Peki, ne yapmam lazım? diye sordum.

-Beni bulmalısın ve yalnızlığını bana vermelisin, ben de benimkileri sana vermeliyim dedi.

Ardından kayboldu gitti.

Söyledikleri doğru olabilirdi, ama bunları duyduktan sonra yalnızlığım o kadar da ağır gelmemeye başlamıştı. Artık daha rahat hareket etmeye başlamıştım. Hatta bir kaç gün geçtikten sonra yalnızlığıma iyice alışmıştım. Evet hala ağırdı ama ben de güçlenmiştim. Onu başkasına vermeye hiç niyetim yoktu.

Bir gün süpermarkette o kızı gördüm. Hazır çorba almaya gitmiştim o da dondurulmuş patates alıyordu. Bir paket patatesi alıp alışveriş arabasına yerleştirdi. Neden elma dilim almamıştı ki? Bence o daha güzel. Kasaya yönelirken elimi cebime attım ve yalnızlığımı okşadım. Sonra tekrar kıza baktım. O da elini çantasına daldırmış bir şeyler karıştırıyordu. Sanırım o da beni görmüştü.

Eve dönerken bir DVD kiralayıp gece onu izledim ve uyudum.

24.4.11

20.4.11

Vızıldayan Orman



Bir zamanlar ormanın birinde bir Geyik yaşarmış. Geyik sürekli dizlerinin üzerinde oturur, yerinden hiç kalkmazmış. Diğer geyikler ve ceylanlar onun etrafında koşturup oynarlarmış. Onunla konuşurlar, yiyecek getirirler, onu eğlendirirlermiş.

Çok küçükken, daha bir yavruyken o da diğerleri gibi koşar oynarmış. Ama daha yaşıtlarının hiçbirinde boynuz yokken onun boynuzları yetişkin bir geyiğinkinin 2 hatta 3 katı olmuş. Her gün boynuzları biraz daha büyümüş. O kadar büyümüş ki artık onları taşıyamaz, kafasını yerden kaldıramaz olmuş. Bunu görüp haline üzülen bir fil, kafası en azından dik dursun diye boynuzun ucunu alıp bir ağacın dalına tutturmuş. O günden beri de geyik yerinden hiç kımıldayamamış ama boynuzu sürekli büyümeye devam etmiş.

İlk önce tutunduğu ağacın dallarına dolanmış boynuzları, daha sonra diğer ağaca sarılmış. Bu şekilde devam ederken bir sene içerisinde koca ormanın ağaçlarının yarısına ulaşmış boynuzları. Boynuzları sanki kocaman ağaçların kocaman gövdelerinin arasında dolaşan bir ağ gibi olmuş. Boynuzların üzerine kuşlar yuva yapmış, sincaplar ağaçların en tepelerindeki yemişlere ulaşmak için boynuza tutunmuş.

Bir gün Geyik etrafındaki arkadaşlarının oyunlarını izleyip eğlenirken boynuzunda bir tıkırtı hissetmiş. Bir arkadaşının onunla eğlendiğini düşünüp umursamamış. Ancak tıkırtılar devam etmiş ve geyik bu tıkırtıların yakından bir yerden değil de ta uzaklardan, boynuzunun ulaştığı ormanın uçlarından bir yerlerden geldiğini fark etmiş. Gözlerini kapatmış ve dinlemeye başlamış. Bir süre sonra tıkırtıların şiddeti azalmış ama ritmi hızlanmış hatta o kadar hızlanmış ki bir vızıltı halini almış. Hatta o kadar, o kadar hızlanmış ki sadece tek ve sabit bir ses halini almış. Ses dalgalanmış, dalgalanmış ve geyikle konuşmaya başlamış.

Onunla konuşan ses ormanın ilk ağacı olan ve tam 985 yaşında olan Heybetli Göknarmış. Göknar ona teşekkür ediyormuş. Geyiğin boynuzları bütün ormanı sarmış ve ormandaki büyüklü küçüklü tüm ağaçlar artık birbirleriyle konuşabiliyormuş. Küçük fidanlar bile hafif hafif tıklatarak büyüklerine selam yolluyormuş. Hatta bu iletişimi hayvanlar bile kullanmayı öğrenmiş. Ağaçlar kadar düzgün bir şekilde konuşamıyorlarmış ama yine de birbirlerine işaret yollayabiliyorlarmış.

Bunu duyan geyik çok mutlu olmuş. Bugüne kadar boynuzunun hiçbir faydasını görmediği, hatta onun hareket etmesini engelleyip bir ağacın altına hapsettiği için üzülüyormuş. Ancak hiçbir işe yaramadığını düşündüğü boynuzu sayesinde tüm orman, özellikle yerlerinden hareket etmeleri imkansız olan ağaçlar, çok uzaklardaki arkadaşlarıyla görüşebilir olmuşlar.

Bir gün ormanın en yaşlı ağacı Heybetli Göknar kendisini ormanın en yaşlısı olduğu için ormanın efendisi olması gerektiğinden bahsederken biraz yüksek sesli konuşunca Dedikoducu Zeytin bunları duymuş duyar duymaz da hemen dedikoduyu yaymış. Dedikodu aslanın kulağına kadar gitmiş. Bunu duyan aslan çok sinirlenmiş ve hemen ormandaki tüm kunduz ve ağaçkakanlara Göknarı yıkmalarını emretmiş. Kunduzlar ve ağaçkakanlarda hemen işe koyulup Göknarı parçalamaya başlamışlar. Göknarın çığlıkları tüm ormanı inletmiş. Kunduzlar acımasızca ağacın dibini kemirirken Ağaçkakanlarda adeta bir matkap gibi gövdeyi gagalamışlar. Ancak gövdenin altının tamamen topraktan ayrılmasına rağmen Göknar yıkılmamış, havada asılı kalmış. Geyiğin boynuzları göknarın yıkılmasını engellemişler. Göknar artık topraktan ihtiyacı olan suyu alamadağı için acılar içerisinde kıvranarak bağırıyormuş. Haftalarca hatta aylarca göknarın acı dolu yakarışları dinmemiş.

Göknarın yıkılmadığını ve ayakta kalıp çığlıklar attığını gören Aslan çok sinirlenmiş. Ve Göknarın yıkılmamasından sorumlu olarak Geyiği tutmuş. Soluğu geyiğin yanında almış ve ona bağırmış çağırmış. Çaresiz ve korkmuş geyik sesini çıkartamamış. Ancak geyiğin ses çıkartmadığını gören aslan daha da sinirlenmiş ve geyiğin baldırına bir pençe atmış. Pençeyi atmasıyla geyiğin bacağı kopmuş. Geyiğin feryatları içerisinde her yer kan gölüne dönmüş. Kanın ve parçalanmış etin kokusunu alan Aslan kendini kaybetmiş ve geyiğe saldırmış. Bütün bacaklarını teker teker kopartıp, daha ölmemiş olan geyiğin gözlerinin önünde yemiş. Acıdan ve korkudan şoka giren geyik artık çığlık atmayı bırakmış sadece donuk gözlerle bacaklarını yiyen aslana bakmış. Bir süre sonra da kan kaybından ölmüş. Hırsını alamayan aslan etrafındaki hayvanlara saldırmış. Ancak hepsi kaçmış. Aslanın uzaklaşmasının ardından çakallar Geyiğin geri kalan kısımlarını da yemişler. Geriye sadece boynuzların ucunda öylece duran kafası kalmış.

Aradan yıllar geçmiş ve bütün bu olanlar unutulmuş. Ağaçlar ve hayvanlar geyiğin boynuzları sayesinde konuşmaya muhabbet ve dedikodu etmeye devam etmişler.

Bu ağaçların birbirleriyle konuşmak için çıkarttığı sesler insan kulağına bir vızıltı olarak gelir. Bu nedenle bu ormanın yakınında yaşayan insanlar bu ormana vızıldayan orman adını vermişler.

17.4.11

el yapımı masa takvimi

İşyerinde can sıkıntısından ataç kürdan ve kağıt kullanarak yaptığım mini masa takvimi.
Yukarıdaki kürdanı çevirince tarih ilerliyor.

Ataçlara arasına kürdanlar sığacak şekilde iki halka yaptım ve ayak olacak şekilde altlarını kıvırdım.

iki ayağa kürdanları ve takvimi geçirince baktım ki takvimin gerginliğiyle ayaklar açılıyor. ben de açılmamaları için ortadan bir ataç daha geçirip sabitledim.

Takvimi nasıl hazırladığıma gelince excel de alttaki gibi bir şey yaptım. Çıktısını aldıktan sonra ayları yukardan aşağıya kesip birbirinin arkasına ekledim ve yapıştırdım. Upuzun bir takvimim oldu. Onuda kürdanlara doladım.